Yaşam ile ölümün arasındaki çizginin gizemi çözüldü
Yaşam ile ölüm arasındaki çizginin, sanıldığı kadar kesin olmadığı belirlendi.
Ölümün gizemlerini hücresel düzeyde çözmeye çalışan bilim adamları, yaşamın bir anda sona ermediğini, sanılanın aksine bir süreç içinde vuku bulduğunu ortaya çıkardı. Bilimadamları, nefes alıp vermenin ve kalp atışının durması olarak tanımlanan ölümün ardından vücuttaki her bir hücrenin kendi ölüm sürecini başlattığını keşfetti.
Hastaların tekrar hayata döndürülmesi uygulamaları ile ilgili New York Bilimler Akademi’sinde düzenlenen bir konferans, çok sayıda bilim adamını bir araya getirdi. New York Eyalet Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Dr. Sam Parnia, konferansta yaptığı konuşmada, “Kişi, artık nefes almadığında ve kalbi durduğunda ölü kabul ediliyor. Eskiden bunu değiştirmek için hiç bir şey yapılamayacağı düşünülüyordu. Oysa yeniden canlandırma alanındaki son gelişmeler, kişinin kalbi durduktan saatler sonra bile tekrar yaşama döndürülebileceğini gösterdi” dedi.
Parnia, hücre düzeyindeki ölüm sürecinin saatler sürebildiğini ve geri çevrilmesinin mümkün olduğunu belirtti.
Columbia Üniversitesi Nöroloji Bölümü’nden Dr. Stephan Mayer ise “Eskiden kalbin tüm vücuda kan pompalamayı durdurmasından sonra kişinin oksijen ve gerekli besin maddelerinin eksikliği nedeniyle birkaç dakika içinde kalıcı beyin hasarına uğrayacağına inanılıyordu. Oysa kalp durduğunda, ölüm süreci daha yeni başlamış oluyor. Oksijen ve besin maddeleri yokluğuna bağlı beyin hasarı da çeşitli evrelerde meydana geliyor. Kalbin durmasından sonraki saniyeler içinde beyin aktivitesi etkileniyor ancak besinsiz kalan hücrelerin kendi ölüm sürecini başlatmaları dakikalar alıyor” dedi.
Pennsylvania Üniversitesi’nden Dr. Lance Becker, “Bir kişinin hücrelerine oksijen gitmediğinde hücrelere artık ölme vaktinin geldiği işaretini veren sinyaller gönderiliyor. Bilim, bu sinyalleri ‘bekleyin’ şeklinde değiştirme olanağına sahip” ifadesini kullandı.
Beyni ve kalbi saatlerce sessiz kaldıktan sonra herhangi bir beyin hasarına uğramadan tekrar yaşama dönen insanlar olduğunu hatırlatan Dr. Becker, bu vakalardaki en önemli etkenin vücut ısısının düşmesi olarak tanımlanan hipotermi olduğuna işaret etti.
Hipoterminin beynin oksijen ihtiyacını azaltarak ve hücre düzeyindeki ölüm sürecini durdurarak beyni koruduğuna işaret eden Becker, “Yine de sınırlar var. Beden soğutma teknikleri kalp krizi geçiren bazı hastaların yaşama geri dönmesini sağlarken bazılarında hasar öylesine büyük ki geri dönmek için çok geç oluyor” dedi.
-Doğru bilinen yanlışlar-
Ölümden geri dönmede, hastanın kalbi tekrar çalıştırıldıktan sonra nasıl tedavi edildiği ve hipoterminin ardından bedenin nasıl ısıtıldığının da büyük önem taşıdığının altını çizen Becker, “Bize hasta oksijensiz kalmışsa oksijen vermemiz ve kan basıncı düşükse yükseltmemiz gerektiği öğretiliyor. Oysa kalbin yeniden çalıştırılmasının ardından verilecek fazla miktarda oksijen, nörolojik hasarı artırıyor. Bu nedenle beyne giden oksijenin miktarını kontrol etmek hastanın tekrar yaşama döndürülmesinde büyük önem taşıyor” dedi.
Parnia ise kalp krizinin ardından hastanın tekrar yaşama döndürülmesi ve tedavi edilmesinde hipoterminin öneminin yıllardır bilinmesine rağmen hastanelerin hipotermiyi standart uygulama olarak kullanmadığına işaret etti.
Parnia, vücut ısısının düşürülmesi ve oksijen miktarının azaltılması ile hastanın herhangi bir beyin hasarına uğramadan yaşama geri dönme şansının artacağını belirtti.
Hayata geri döndürme işlemlerinin etik yanına değinen Mayer, “Beyin hasarı ile ölüm hakkında, yeterli bilgiye sahip değiliz. Hastanın ne kadar nörolojik hasara uğradığını ve bu hasarın geri çevrilip çevrilemeyeceğini de her zaman kesin bir biçimde kestiremiyoruz. Bu nedenle hastayla ilgili alınılacak acil kararlar, aslında devam edebilecek bir hayatın sona ermesine yol açabilir” ifadelerini kullandı.